Ben aşkı Züleyha’ya bıraktım…
Yâr yardı yüreğimi, ben; sen kanadım… Ne Leyla’ya Mecnun kalabildim senin varlığında, nede kendimi atabilecek bir kuyu bulabildim yokluğunda… Ben ne dağlar delecek kadar aşıktım, nede uğruna ölünecek kadar maşuk… Kalbimin çöllerini aşamasada Mecnun,gözlerimin kuytularında boğulsada aşk ve yalan kadar sadık olamasamda yalan hayata, ben; sen kadar zifir yazgımla bir sana sadık kalabildim bu hayatta birde ölüme… Züleyha’lığa Mecnun Firavunlar “gayri sadık” damgası vurup kendi hayatımın gözlerinden düşürürken beni; ben senin gözlerinde ne çok büyüdüğümün bilincinde değildim elbet… Ebedi aşksızlığa müebbet kararı vurulsada tek celsede boynuma,ben; kendi hükmümü kendim yazdım alnıma… Yusuf’un gözleriyle dirilmek adına, atıp kendimi kör kuyulara, müebbet suskunluğu urgan yaptım boynuma… Uzak kentlerin baykuş çığlıklarına gizledim sessizliğimi… Sen, karanlığını yakan zılgıtlarıma aldırış bile etmezken kör kuyularda körelen susuşlarım sadece kendi gözlerimde yankı buldu… Sen, seninle körelttiğim gözlerime martı leşleri sundun, günaydınları hiç olmayan sabahlarımı aydınlatmak adına… Üstelik yâr dedin ölü kuşlarını astığın yalancı sabahlara… Koynunda yediverenler yeşertmek adına beni martı leşlerine terkettin ve gittin… Ben yarsız kaldım… Yani yarasız… Yani sensiz…
Şimdilerde bana bıraktığın yalancı yarlara yalan yaralar kanatıyorum… Düş yiyen gözlerimi martı leşlerine çevirip: “Bak yar!” diyorum… “Bak yar!” Yıldız yıldız söktüm sen yazılı göğümün alfabesini… Kör sitemler batırdım adını aydınlatan tümcelerime… Gün yüzü görmeyen yüzüme yar yüzünü haram kıldım… Kendime açılan kapıları sensizliğe kapadım… Ve gözlerimin sensizliğe mühürlü kapılarını ceset kokulu yarınlarla açtım… Baykuşları barındırdığım gözlerim o kadar kördü ki; geceyi utandırdı siyahı… Şimdi… Şimdi gözlerim bana kalsın yâr bütün körlüğüyle…! Sen, gözlerimin bahçelerinde, baykuşları besle gözlerinle… Al… Sana gece getirdim ceplerimde… İhanet kadar karanlık… Ölüm kadar kusursuz… Süs diye tak gözlerine…
Bak! Yokluğunla büyüttüm ben bu zifiri yalnızlığı… Avuçlarımın arasında kalan senle geceyi kararttım… Gün doğumları hiç olmayan bir kentte, her akşam gün batımıyla tükenen zamanla avuttum yokluğunu… Hıçkırıklarını boğdum ölümün, karşı yakası hiç olmayan denizlerde… Yalnızca Azrail’i büyüttüm çocuksu düşlerimde… Sen bütün sağırlığınla duymazken beni; gözlerimde yankı bulan suskunluğumu Yusuf duydu sadece… Oysa ben ne Yusuf kadar aşktım, ne Züleyha kadar aşık… Yakup kadar kördüm sadece… Bu yüzden bir tek gece kaldı ömrü delik ceplerimde… Öyle bir gece ki; yıldızları adınla söndürüp, düşürdüm solgun günceme… Ayı gözlerinde boğdum… Ve gelen güneş Yusuf’unu armağan etti Yakub’a, senin gözlerinde… Ama sen; Yakub’u kör ettin Yusuf yüzlü gidişinle…
Gittin! Beli bükük bıraktın zamanı… Akrep ölümü vurdu… Yaktığın bu yangında İbrahim olamadım ben… Yanmayı seçtim yangına… Önce kalbimin mabedindeki yüzün kadar masum, yüzün kadar hüzün yüzlü putları kırdım… Bu cinayeti ben işledim… Bu cesetler benim… Boynuma urgan yaptım baltasını aşkın… Ben o büyük putu oynadım putlaşmış insanların dünyasında… İbrahimi cesetler biriktirdim kalbimin kuytularında… Ve gidişinle körelttim suçlarını zamanın… Adın damladı Kabil’in katil gözlerinden damlayan, pişmanlık yüklü kanla aşka… Habil kadar maktül,Kabil kadar katil olsamda ilk sahnesini hep kaçırdığım bu hayat tiyatrosunda ve yaşamımda kibritçi kız hikayesinin kahramanlığına terkedilip hayatın kaldırım köşesi ıssızlığında unutulsada ruhum, ve inadına ölümümde uyuyan güzel uykuları çok görülsede bana; ben Habil yüzlü masallar biriktirdim yokluğunda… Öyle ya… Ben aşkı Züleyha’ya bıraktım…