Öleceksem eğer, seni sesimden mahrum bırakıp ta ölmem ben..
Öleceksem eğer, seni sesimden mahrum bırakıp ta ölmem ben. Gözlerimi gözlerine bağışlar, çığlığımı sükutuna kurban ederde öyle ölürüm.
Bir kez daha gözlerim ölüme çeyrek kalmışken aşk’a tutuluyorum süveyda.
Aç ve çıplağım,
üstüme aşkı ört cenine dönüşeceğim yoksa birazdan.
İki secde arası nergis gözlerini teninden sıyır,
su kuyularına bırak bakışlarını bir bir,
belki Yusuf’un gömleğinin üstüne düşer birisi de
ağlamaz içimde ki Yakup bir daha.
Sesin uzaklardan geçen yorgun bir kervan,
gözlerin pervasız bir güvercin çırpınıyor içimde
ey bağrımı pür-hun eden felaket çağı,
tufan-ı Nuh sevdiğim.
Yetim çocuklar saçlarını örüyor gölgelerinin,
bekle az.
Dağlara söyle de nefesini tutsun homurdanmasınlar,
kalabalıklardan bıktı aşk.
Platolarda mumyalanan cesetlerimizi bir kez daha diriltip
uluorta günah gözlerine kurban ediyorum son ayinle sevdiğim.
Kim demiş kalabalıklarda yitirdiğimizi söylenmemiş sözlerin anlamlarını.
Biz aşkın son şiirini dalgalı saçlarımıza yazıp ta öyle gitmişiz.
Öyle bir susmuşuz ki
aşk korkmuş sükûtumuzdan.
Şimdi ayrılık ne kadar büyükse
gurbetimiz o kadar uzundur Serv-i Çenarım.
Aşk,
evrenin tam merkez noktasında
gül patlamasına tutulan
keşf-i muhal sonsuz bir güzellikler ülkesi,
sen onda girift,
türkuaz bir ışık fırtınasısın.
Buna, adın için şimşeklerle yarışıp
gezegenleri birbirine katan
o mavi yıldız şahittir.
Sonra meteorlar şahittir gözlerinin denizlerinde yüzüp duran her gece.
Ay şahittir sonra yüzünü yüzüne yaslayarak uyuyan.
Yedi kandilli Süreyya şahittir
saçlarının okyanuslar gibi dalgalanıp durmasına avuçlarında ey Ayet-i Sebal.
Ben sana
“dalgalanan bir deniz sesin, kilitli kapıları açan bir anahtar nefesin”
demem,
çünkü deniz sensin sevgili.
Sen kapıya yönelme,
kapı senin kapına dayanır süveyda.
Yo ben sana “toprak”ta demem,
toprak benim hamurum,
“sen ışıksın sevgilim.”
Sen Hacer’in bir yerden diğer yere koşarken
kumların üzerine bıraktığı ayak sesisin.
İsmail’in topuklarında çöle inen çığlık,
yerden apansız fışkıran bereketli kudret elisin.
Sen ebu kubeys tepesinde dağ başı yalnızlığı
İstanbul’da mahşeri bir şehir kalabalığısın.
Ey Nasıra’lı İsa’nın kayıp on üçüncü son havarisi,
sen öğret bize,
aşk neden
tek bir lehçenin sonsuz anlamlar denizinde
yalnız bir fener gibi yağmura gülümsüyor bin yıldır?
Sen öğret bize ki kuyu aşka düştüğünde
aşk’mı kuyu kesilir kuyumu aşk?
Anlatır mısın,
on bir yıldız güneş ve ay’ın secde ettiği şey gerçekte neydi?
Neydi kırk sene inleten Züleyha’yı aynalara bakarken?
Hadi Yusuf’un gömleğini arkadan yırtanın Züleyha olmadığını söyle artık.
Kimdi, ellerini doğrayan kadınların gözlerine görünen?
Anlat,
ey nar-ı Beyza sırrında harlanan son hüznün dolunaya yansıyan son bakışı.
Testerelerle kesilen Cercis neden tebessüm ediyordu güneşe bakarken?
Ya Mansur, ölümlülerin yüzüne çaldığı alınyazısını neden kanla yıkıyordu süveyda?
Sen
antik çağların kadim kitaplarından çıkıp gelerek
kemiklerimin üzerine dökülen ab-ı hayatsın sevgilim.
Musa’ya arkadaş olarak tayin edilen gencin içinde taşıyamadığı gizli şey sendin.
Sendin Mansur’un ardında yollara
“Ene-l Hak”
diye döktüğü elleri kınalı duvaklanmış ebruli desenler.
Tüm harfleri bakışlarının ışığında ezberledim ben senin.
Hatıralarını yokluğunun cehennemlerine döküp
varlığının cennetlerinde ayan ettim sokak yalnızlığımı,
duy beni ey Medine güvercini…
Sesini duymasam boğulacak görmesem hasretinden ölecek,
bakışların karşısında deliye dönecek gibi sevdim seni ben.
Kutsal bir kitabı ezberime alır gibi aşkın medresesinde
yedi bin yıl seni ezberledim süveyda.
Bir ekmek azizliği
bir su berraklığı
bir deniz derinliği gibi
şarkılar besteledim
ruhumun konservatuarlarında ben sana.
Sen,
sahillerin yosun kokuları arasından denize gülümserken
ben yalnız ormanlarla yağmurlara ağladım.
Sen geleceğine hayaller dökerken
ben Kızılırmaklarla yokuşlara çıkıp
derd-i eleminle çağladım.
Şimdi sana Kafdağı yalnızlığının
Anka bakışlarıyla yürüyorum süveyda.
İnfaz dokunuşlarla ölü bir denizi
içimden çıkarmaya çalışıyorum.
Seni,
ihtilal bir sevdanın Yusuf’i güzelliğine bürüyerek kutsuyorum,
ey yüzü Gülşen,
sesi aşka nişan
deniz yürekli yar.
Aynaların yüzünde asılı kalan bakışlarını öpüp
“la mekân” bir âlemde
kalbimin arenasına iniyorum
sakın kaybolma.
Kaybolma,
aşk yetmiş bin kanadıyla kıyama kalkacak birazdan.
Ey iskelelerin taş saçaklarında aşk’a ıslık çalan martı çığlığı!
Ey içimin yarım kalmış guslüne denizleri döken gök ağırlığı!
Ey kurak ülkelerin güzellikler ülkesi, bereketi bolluğu!
Aynalara bıraktığın suretinin
hatmini yapıyorum
bir berzah boşluğunda
rahlelere diz çöküp.
Yeni kitaplar yazmanın değil,
“elif”in sırrında
senin gözlerine
“he” harfinin gözyaşlarıyla
son bir kez daha bakmanın derdindeyim.
Doğrul ve güzelliğini aya düşür ki
ayinlerde idamına ferman çıkarılan genç kızlar
ateşler içinde üşüyerek ölmesinler bir daha.
Haydi,
beşikleri kerten anneler,
aşka kertik atın bu gece ki ondan başkası için doğmasın çocuklar.
Ona söz kesin masumiyetin çocuk yüzünü.
Onun kundağına sarın vefayı ve sadakati ki büyüyünce ayrılmasın sevenler.
Ey peri masallarında anlatıla anlatıla bitirilemeyen kutsan güzellik,
ferzanım!
Yeşil kubbelerinde güvercinlerin birbirlerine sevgi fısıldadığı Bilal sesli ezanım!
Ey zikrim,
amelim ve imanım,
üzülme benim ölmelerime bir daha.
Bende sen varken annem beni bir kere daha doğurur.
Sessizliğini bir ben anlarım birde aşk süveyda.
Öleceksem eğer,
seni sesimden mahrum bırakıp ta ölmem ben.
Gözlerimi gözlerine bağışlar,
çığlığımı sükutuna kurban ederde öyle ölürüm.
Nail Varal
yazı çok hoş. her zaman olduğu gibi çarpıcı, sürrealist ve sıradoşı… nail varal’a ait bu yazıda sanırım gözden kaçmışki isim kullanmamışsınız. düzeltilirse yazarına saygısızlık olmamış olur.
çok teşekkür ederim ilginiz ve dikkatiniz için..